SEYAHATNAME-3 HELSİNKİ MÜNİH 1970
HELSİNKİ
Sınıf arkadaşım Kerküklü Ferid’in ağabeyi Dr Yunus Müftü Hacettepe Üniversitesi Çocuk Hastanesinin başhekimi idi. Ferid ile Yunus ağabeyin ve eşi Gülgün ablanın Dedeman Otelinin arkasındaki evine birkaç kez kahve içmeye gitmiş, oğulları Sinan ve Ali Ebadi bebeği tanımıştım. Yunus ve ailesi 5 yıl kaldıkları ABD ve Irak’tan geçen yıl dönmüşlerdi.
Kuzey Avrupa gezisine çıkacağımızı duyunca Yunus ağabey, ”senden bir ricam olacak, Amerika’dan ve Bagdat’tan dostlarımız Munir ve Helena Finlandiya’ya döndüler… Onlara güzel bir Kütahya çinisi aldım. Bunu onlara götürüp selamımı söyler misin? Yunus ağabey, ne demek, tabii ki götürürüm demiş ve o kocaman 40cm çapındaki ağır çiniyi Şile bezi elbiselerin arasına sarıp Helsinki’ye kadar kırmadan getirebilmiştim.
MUNİR ALLAHWERDİ
Helsinki’de Munir beyin evine telefon açıp, kendimi tanıttım ve müsaitseniz yarın Yunus ağabeyin emanetini getirebilirim dedim. Güzel bir eski türkçe ile “böyle bir şey beklemiyordum, sürpriz oldu vallahi; yarın akşam bekleriz” dedi.
Sezai ile Helsinki’yi gezmeye çıkarken, otelin yetkilisi bize, şehrin gezilecek yerlerini saydı: Milli Müze, Mahşer Kilisesi, Sibelius parkındaki Jean Sibelius anıtı, içinde 150 yıllık askeri garnizon ve surlar bulunan tarihi Suomenlinna adası… Ve ekledi, “haa şu ilerideki Mareşal Mannerheim caddesinin sonuna kadar yürürseniz orada Erottaja parkı var.
Orada Finlandiya Türklerinin lideri kürkçü Ali Osman’ın mağazası var” dedi. Tamam dedik ve Süleyman Demirel amcanın dediği gibi yürümekle yollar aşınmaz misali şehir merkezine yürüdük. Sezai mağazaları gezmeye gitti ben de kürkçü dükkanına!
OSMAN ALİ Oy
Erottaya tepesine çıkınca sağdaki büyük mağazanın üzerinde kocaman bir Osman Ali Oy yazısı gördüm ve girdim kürkçü dükkanına. Heyecanla içeri girdiğimi gören bir teyze, ingilizce “buyrun ne istiyorsunuz” dedi? Ali Osman ile görüşmek istiyorum dedim. “Onun adı Osman Ali” dedi. Tamam, onunla görüşebilir miyim? dedim. Bekleyin dedi ve arka odaya girdi.
Ben kürkleri incelerken karşımdaki personel bayan da beni gözleriyle takip ediyordu. Kapıda Turkis yazıyor, o ne demek diye sordum. “Fince kürk demek” dedi. İçeriden hafif sallanarak yaşlıca bir bey geldi. “Merhaba Osman bey, ben Türkiye’den geliyorum, iki haftadır karşılaştığım ilk Türk sizsiniz” dedim.
HUŞ KİLDİGİZ! İSEN MİSİZ?
İlginç bir şive ile “Huş kildigiz, isen misiz?” dedi. Hoş geldinizi anladım da isen misiz ne demek anlayamadım. Yüzüne bakakaldım, bu sefer de ”İsen misin?” diye sordu. “Yok, benim adım İsmail” dedim. Baktık ki anlaşmak zor, oradaki kızı Güzel hanımın yardımıyla ingilizce konuşmaya başladık.
Finlandiya Türkleri denen topluluğun 100-120 yıl evvel Rusya’dan Helsinki’ye ticaret yapmak için gelip burada kalan Mişer Tatarları olduğunu anlattı. Burada 900 kişilik bir Tatar cemaatimiz var. Fredrik caddesinde mescidimiz var, Cumaya gel, bekleriz dedi.
Sizin çalışanlar beni niye tuhaf bir şekilde izliyorlar diye sorunca, gülümsedi,” buraya ara sıra Türk gemilerinin tayfaları gelip, amca paramız bitti deyip harçlık akçe isterler. Ben de 50-100 veririm. Belki seni de gemi adamı sanmışlardır dedi. ”Osman amca, tanıştığımıza sevindim. Ben akçe istemeye gelmedim, ama size tadımlık Türk helvası getireceğim, görüşürüz inşallah” dedim. O da bana ”Körüşkünce” dedi!
Dışarı çıktım ve yolun karşısında tabelasında N. Ali olan başka bir kürkçü dükkanı gördüm. Vitrine bakıyordum ki uzun boylu yakışıklı bir bey bana ingilizce ”Hello, buyurun çeşitlerimiz içeridedir” diyip kapıyı açtı. Nezaket icabı içeri girdim. Amerikalı film yıldızına benzeyen sarışın bir hanım ingilizce: ”Welcome, where are you from? -Nereden geliyorsunuz?” dedi.
”Türkiye’den geliyorum, öğrenciyim, vitrine bakıyordum” deyince hemen Tatarca devam etti: “Huş kildigiz, min Ölkän bu kişi de minim erim Abdullah Ali, isen misiz?” Nazik bir şekilde “tam anlayamadım” dedim. Ölkän abla: “İsen misiz?-How are you? dimek. Biznin tatar dilinde isen olmak, isen kalmak” deyince aklıma politikacı Bülent Ecevit amcanın sözleri geldi: Esen kalın, esenlikler… Yani esen misiniz, nasılsınız, hoş musunuz?
ABDULLAH AGABEYIN BALALARI
Abdullah ağabey ve Ölkän abla ben kürk almayacağımı söylediğim halde bana ilgi gösterdiler ve ailelerini anlattılar. Abdullah Ali, baba tarafından karşıdaki kürkçü Osman Ali ile kuzenlermiş ve yıllardır Fin Tatar toplumunun başkanlığını yapmış. Ölkän abla: ”Biznin de üç balamız bar. Biri kız ve ikisi uğlan: Suzan, Akif ve Atik!”…
”Belki Helsinki Üniversitesine okumaya gelebilirim” deyice, “İnşallah olur. Bizni unutma, ara sıra gil, çeyimizi iç”. Abdullah agabey, Helsinki tatarlarından birkaç kişinin isimlerini kağıda yazıp bana verdi: “Osman Abdrahim, Enver Hairulla, Nuri Samarhan, Hamdu Hakimcan ve Enver Samaletdin’in kibitlerine (dükkanlarına) de git, törökçe-tatarca süyleş, kahvelerin iç” dedi…
MÜNIR ve HELENA ALLAHWERDİ
Akşam otelden Kütahya çinisini alıp yürüyerek Münir ve Helena Allahwerdi’nin Helsinki’nin ana caddesi Mannerheimintie’deki evlerine gittim. Münir ağabey ve eşi Helena abla muhterem insanlardı. Evde bebek yaşlarında iki oğulları vardı: Nouri (Nuri) ve Pekka. Yemek yerken sohbet ettik. Münir bey mühendismiş. Finli Helena ile Amerika’da tanışıp evlenmişler.
Dr Yunus ve eşi ile Bagdat’ta da iki yıl komşuluk yapmışlar. Sonra Müftü ailesi Ankara’ya, Allahwerdi ailesi de Helsinki’ye göçmüşler. Münir bey ”Vallahi bravo, bu kadar büyük bir çiniyi nasıl kırmadan taşıdın? Biz de Yunus beye bir hediye alalım, seninle yollayalım” dedi.
Osmanlı türkçesi konuşan Münir beyden, siz de Yunus ağabey gibi Kerkük Türklerinden misiniz? diye sordum. “Ben hıristiyan Türkmenlerindenim, anadilimiz Türkçe” dedi. İlk defa böyle bir şey duyuyordum… Benim okulumu sordu. ”Hacettepe’de tıbba puanım yetmediğinden Biyoloji hazırlıktayım, gelecek yıl tıbbiyeye girmeyi tekrar deneyeceğim” dedim. Helena hanım, Üniversitede Yabancı Öğrenci danışmanı olduğunu söyledi ve “yarın gel, sana üniversiteyi gezdireyim” dedi.
Ertesi gün Sezai tekne ile adalar turuna çıktı, ben de Tuomiokirkko-Mahşer Kilisesinin önündeki Senato meydanındaki Üniversitenin Rektörlük binasına gidip Helena Allahwerdi’yi buldum. Helena abla Fen fakültesi dekanlığını gezdirdi. Sonra Unioninkatu’da Biokimya bölüm başkanı Profesör Jorma Erkama ve Hallituskatu’da Kimya bölüm başkanı Profesör Osmo Mäkitie ile görüştük. Helena, beni Türkiye’den öğrenim amacıyla Helsinki Üniversitesine gelecek 2.sınıf öğrencisi olarak tanıttı!
İki hoca da “bir sömester daha okuyup, iyi notlar alıp bunları transkript şeklinde bize yollarsan ve Bayan Allahwerdi de referans verirse seni kabul edebiliriz” dediler. Biokimyada yalnız iki yabancı öğrenci varmış, Kimya departmanında ise son yabancı öğrenci olan Hintli yeni mezun olmuş… Helena Allahwerdi ablanın bu iyiliği benim hayatımı değiştirecekti!
Helsinki tren istasyonunda Sezai arkadaşımla bir hafta sonra buluşmak üzere vedalaştık ve o arkadaşlarını ziyarete Tampere ben de Hyvinkää yönüne giden trenlere bindik. Ben Hyvinkää’da eskiden tanıdığım bir ailenin yanında kaldım. Sağolsunlar o küçük şehri, Lohja, Somero, Riihimäki kasabalarını gezdirdiler. Elimde kalan Şile bezi elbiseleri de pazaryerinde satmama yardımcı oldular. Helsinki’ye futbol maçına dahi götürdüler.
Bu ailenin ve tüm Finlandiyalıların bize böyle peşin hükümsüz ve dostça davranmaları doğrusu sürpriz oldu. Dürüstlüklerini ve olağanüstü konukseverliklerini takdir ettim.
Helsinki’ye dönerken bir saatlik tren yolculuğunda camdan dışarı baktım ve düşündüm: “Finlandiya, Danimarka, İsveç ve Almanya gibi Kuzey Avrupa ülkeleri, 40-50 yıl sonra Orta Doğu’dan ve Afrika’dan binlerce, milyonlarca yabancı göç alırlarsa, o zaman göçmenlere hala dostça muamele ederler mi? Yoksa göçmenleri aşağılayan ve kendi milletini üstün sayan aşırı milliyetçilik ve yabancı düşmanlığı başlar mı?”
KÜRKÇÜ DÜKKANINA DÖNÜŞ
Güz kendini göstermeye başlamıştı. Güneşin gücü azaldı, bulutlu ve yağmurlu günler çoğaldı. Helsinki’ye dönünce yine Olympia Stadion yanındaki Nuorisomaja-gençlik otelinin uygun fiyatlı odalarına yazıldım ve hafiflemiş bavulumu otele bıraktım. Geçen hafta söz verdiğim helvayı vermek için kürkçü Osman Ali beyin dükkanına gittim. Bu sefer çalışanlar bana daha kibar davrandılar ve “Ne içersiniz?” diye sordular.
Osman bey ile beraber çeyimizi içtik. Hacı Bekir’in tahin helvasını masaya koydum ve “akşam evinizde hanımınızla yersiniz” dedim. Osman amca “rahmet-teşekkür” dedi. Anlaşabildiğimiz kadar törökçe, tatarca söyleştik, ama anlaşamadığız zaman kızının yardımıyla ingilizce konuştuk. Helsinki Üniversitesine girme durumum olduğunu söyledim. O da “kızım Güzel’in eşi Japonya tatarlarından Kasım, tahsilini Türkiye’de yaptı. Onunla tanışabilirsin. Haa bir de Mersinli Kasım var 20 yıldır burada. O da matur ve yakşır bir kişi, er kişi. Onun özünün Kızıl Şved vapurların terminali yanında kahvesi var; git minden selam süyle, Osman abci günderdi de” dedi.
Ayrılmamızdan 10 gün geçti ve Sezai hala gelmemişti. Gittiği yerin numarasını bilmediğimden telefon da edemiyordum. Ama söz verdiğim için Helsinki’de onu bekledim. Ertesi gün de Osman Ali amcanın tavsiyesi üzerine Mersinli Kasım beyin Uspenski Ortodoks Kilisesi’nin ilerisinde, kırmızı İsveç vapurları Viking Terminali yanındaki Cafe Colibri adındaki kahvehanesine gittim.
Cafe Colibri kahve değil, kaliteli bir restorana benziyordu. Öğle yemeği servisi bitmişti, ama güzel yemek kokusunu alınca listeye baktım. Kasadaki elemana elimle tavuklu yemeği gösterip ödedim. Yemeği masaya getiren garsona ingilizce “Patron nerede?” dedim. Elleriyle 10 işareti yapıp “Ten minutes” dedi. Lezzetli sebzeli tavuğu yerken kapıdan içeri orta yaşlı artist gibi yakışıklı bir bey girdi ve kasaya gitti. Acaba bu Kasım bey mi diye düşünürken, o bey masama geldi ve bana Yes? dedi.
Ona “Merhaba Kasım bey, size kürkçü Osman Ali amcadan selam getirdim” dedim. Merhaba dedi ve oturdu. Kolunda yazılı bir dövme dikkatimi çekti. “Buyurun anlatın kimsiniz, ne istiyorsunuz? Helsinki’de kimleri tanırsınız?” dedi. Kendimi tanıttım. “Osman Ali amca, Abdullah Ali bey ve Münir Allahwerdi beyden başka tanıdığım yok. Arkadaşımı bekliyorum, o Helsinki’ye dönünce bir iki güne Türkiye’ye döneceğiz” dedim ve sordum: Kasım bey, kolunuzdaki dövmede ne yazıyor dedim. “Ben gençliğimde gemilerde çalışıyordum. Afrika’da Durban limanında bütün tayfalar aynı dövmeyi yaptırdık” dedi.
“Helsinki Üniversitesi hocaları ile konuştum, belki buraya okumaya gelme durumum olabilir” deyince, “bak sen dürüst bir gence benziyorsun, ama fazla umutlanma, bunlar yabancı öğrencileri kolay kabul etmezler” dedi. Kahve ve tarçınlı çörek ikram etti. Dükkanın kartını verdi. “Yarın bu saatlerde gelirsen yemek benden. Haydi aslanım kolay gelsin!” dedi ve restoranın kapısını gösterdi.
Café Colibri’den çıktım ve düşündüm: Allah allah, babacan, ama otoriter bir adama benziyor: Bir yandan kahve ısmarladı, yarın yemeğe beklerim dedi, diğer yandan da kapıyı gösterip neredeyse beni kovdu!
DÖNÜŞ YOLU, HELSİNKİ-HAMBURG
Kasım ağabeyin restoranından Olympia Stadion yanındaki gençlik oteline yürüdüm. Resepsiyonda beni bekleyen Sezai kardeşimi görünce ikimiz de sevindik ve kucaklaştık. Ne kadar tutumlu olsak da, otel, yemek ve biraz da alışveriş yapınca akçemiz azalmıştı. Almanya gemilerini sormak için limana gittik. Bizim gemi yarın sabah Hamburg’a kalkıyormuş, en uygun biletleri alıp şehre döndük.
Ben anneme ve babama sürpriz yapıp Almanya’dan eve TV almak istiyordum, ama yeterli param kalmamıştı. Postaneye gidip babama telgraf çektim. BABA BİZ SEZAİ İLE İYİYİZ STOP MERAK ETMEYİN STOP AMA PARA BİTTİ STOP HAMBURG POSTARESTANTA BENİM ADIMA 350 DM YOLLAYABİLİRMİSİN STOP.
ADANALI MEHMET ÖZGENTÜRK
Ertesi sabah tramvayla acele limana gittik ve gemiye yetiştik. Gemi kalkınca Sezai ile şehrin muhteşem siluet manzarasını seyretmek için güverteye çıktık. Şu kilisenin ilerisindeki Mersinli Kasım ağabeyin restoranına doğru baktım ve bugün oraya gidemediğim için hüzünlendim, bir hoş oldum ve gözlerimden yaş geldi!
Sezai vapurda Adanalı Mehmet adındaki bir Türk ile tanışmış, kafeteryada yanıma geldiler. “Ben Mehmet Özgentürk, ağabeyim Ali tiyatrocu, kardeşim Nebil de okula gidiyor. Ben ise ressamım, ayrıca Almanya’da sanat tarihi okuyorum” dedi.
Kültürlü, iyi bir arkadaşa benziyordu, ama ben hep Fen sınıflarında okuduğumdan edebiyat, sanat ve tarih konularında bilgim ve ilgim az sayılırdı. Ben gece pulman koltukların yanındaki bavullarımızın bekçiliğini yapıp uyuklarken, onlar gecenin geç saatlerine kadar geminin kahvesinde genç yolcularla sohbet etmişler.
HAMBURG POSTERESTANT
Gemi Kopenhag’a uğramadan direkt Hamburg’un dış limanı Travemünde’ye yanaştı. Sezai Adanalı Mehmet ile Aachen’a gitti. Oradaki kuzeninin yanında birkaç gün kalıp Türkiye’ye dönecekti. Ben önce Büyük Postaneye uğrayıp bana posta var mı? diye sordum. Gelmemiş. Yarın gelin dediler.
Geceyi Jugendherberge’de geçirip ertesi gün heyecanla tekrar Postaneye geldim ve sordum. Memur, benden pasaport istedi ve pasaport numarasını deftere yazmaya başlayınca paranın geldiğini anlamıştım! Evrakı imzalayınca kasadan aldığı 350 Deutsche Markı bana verdi. Çok sevindim! Hemen bavulu alıp ilk trenle Münih’e gitmek üzere istasyonun yoluna koyuldum.
PATRON HERRN MÜLLER
Geceyi trende geçirip sabah erken Münih’e vardım ve annemin kuzenleri olan Kırşehirli Hasan ve İhsan Kula’nın evine gittim. Hasan ve Ihsan agabeyler işe gitmeden yetiştim. Gülser yenge bana masaya kahvaltı koydu ve Hasan ağabey, “biz hepimiz şimdi işe gidiyoruz, sen biraz dinlen. Öğlen paydosunda gelip seni alacağım, çalıştığım fabrikaya gideriz” dedi. Öğlen vakti Hasan ağabey eve geldi ve beni çalıştıkları işyerine gezdirmeye götürdü. Burası büyük bir un fabrikasıydı ve tabelasında Müller yazıyordu.
Değirmen bölümünü gezerken patron Herrn Müller’e rastgeldik. İhsan ve Hasan ağabeyler beni tanıtınca patron bizi ofisine çağırdı ve biraz ingilizce sohbet ettik. “Burada iş var. İstersen kal ve yarın başla. Sen kuzeyli almanlara bakma, onlar ezelden Bavyera’yı kıskanırlar. Münih Almanya’nın en güzel ve zengin şehri. Şu metro inşaatı bitsin ve 72 Olimpiyatlarını kazasız belasız atlatalım, şehir daha da güzel olacak” dedi.
UNIVERSITÄT MÜNCHEN
“Ama deniziniz yok” dedim. “Evet haklısın, denizimiz olsaydı Münih dünya’nın en güzel şehri olabilirdi” dedi ve devam etti: “Benim oğlum Ludwig-Maximilians München Üniversitesinde okuyor. İstersen tanıştırayım, prosedürleri sana anlatsın ve başvurmana yardım edebilir. Hem okursun hem de part-time çalışırsın. Böyle fırsat hayatta karşına seyrek çıkar, iyi düşün!” dedi. “Danke schön, tamam düşüneceğim” dedim, ama benim aklımda Helsinki Üniversitesi vardı!
Ertesi sabah Hauptbahnhoff karşısındaki Türklerin işlettiği Export dükkanlarına gittik. Grundig, Telefunken ve Schaub Lorenz markalar arasından kocaman 51 ekran Grundig TV’yi aldım. Komşularla beraber tüm mahalle bakarız diye düşündüm…
Münih’teki akrabalarımız Kulalar yanıma paketler dolusu hediyeler verdiler. Ben bunları nasıl taşıyacağım diye yakınınca Hasan ağabey, “Tamam yeğenim, biz seninle istasyona gelip vagona kadar taşırız paketlerini” dedi ve beni akşam beni trene yolcu ettiler. Bizim “çakma” Orient Express ile yalnız başıma iki günde Istanbul’a geldim.
Sirkeci tren istasyonunda gümrük memurları beni durdurup “Bu nedir?” diye sordular. “Üstünde yazıyor, aileme televizyon aldım abi” dedim. İki gümrükçü birbirine baktı ve öndeki yaşlı memur bey eliyle “geç” işareti yaptı. “Sağ olun” dedim ve bir elimde bavul bir elimde ağır TV kutusu zar zor Sirkeci’den Harem arabavapuruna bindim ve Harem’den Ankara’ya kalkacak ilk Gazanfer Bilge otobüsüne bilet aldım.
Taksiyle evin önüne vardığımda, ilk olarak annem balkona çıktı ve “aman, oğlum geldi” diye çığlık attı. Annem ve sonra babam koşarak beni kucakladılar. Gözlerimiz yaşardı. Böylece 19 yaşında yaptığım ve beş hafta süren Kuzey Avrupa Seyahati bitmiş oldu.
Copyright © 2021 All rights reserved – Tüm hakları saklıdır